İsmail Göktürk dostu Yücel Ayrıçay'ı yazdı

İSMAİL GÖKTÜRK: BU DÂR-I FENÂDAN BİR YÜCEL AYRIÇAY HOCA GEÇTİ

Kültür Yayın: 09 Şubat 2024 - Cuma - Güncelleme: 09.02.2024 00:28:00
Editör - erzurummedya
Okuma Süresi: 23 dk.
855 okunma
Google News

2023 yılı sert rüzgârların estiği bir kış oldu. Yılın henüz başında, Şubat ayında rüzgâr öyle sert esti ki, yapraklar savruldu, bahçe harap oldu. 6 Şubat gecesi can pazarında ecel melekleri şehri bir uçtan bir uca dolaştılar.

İsmail Göktürk: Bu Dâr-ı Fenâdan Bir Yücel Ayrıçay Hoca Geçti

23 Ocak 2024 Salı 11:35

 Eş-dost, akraba nice canları alıp aslî vatana götürdüler. Dedem Korkut “Fânî dünya kime kaldı?” diye sorar. Kendi cevap verir: “Gelimli gidimli dünya, âhir son ucu ölümlü dünya”. Sanki gidilmeyecekmiş gibi yaşarız bu fani hayatı. Gidenler içimize dert olur. Yunus Emre bunu cahilliğimize sayar: “Dünyâya gelen göçer / Bir bir şerbetin içer / Bu bir köprüdür geçer / Câhiller ânı bilmez”. Esasen hepimizin malumudur ki, “Dünyâya gelen gider, bâkî kalası değil”. Ama insanız, Efendimizin evladı İbrahim’in vefatı üzerine söylediği gibi hüzünleniriz. “Kalp hüzünlenir, göz yaşarır. Fakat biz Rabbimizin razı olacağı şeylerden başkasını söylemeyiz. Vallahi, Ey İbrâhim, biz senin ölümünden dolayı gerçekten üzgünüz”. Nitekim Yunus da beklenmedik genç ölümler için şöyle söyler: “Bu dünyada bir nesneye / Yanar içim, göynür özüm / Yiğit iken ölenlere / Gök ekini biçmiş gibi”.

2023’ün kışında dostlar gök ekini gibi biçildi. Hüzünkâr tahrir defterini kapattı. Türküdâr Fazlı mızrabını tele taktı, Ferhat çiçeklerini topladı. Şehâdete âşık yiğit dostum Halit heyecanını, Erol mahsunluğu aldı gitti. Âşık Yunus’un “Yalancı dünyaya konup göçenler  / Ne söylerler ne bir haber verirler” diye başladığı nutk-u şerifinde tarif ettiği hâl üzere göçtüler. “Toprağa gark olmuş nazik tenleri / Söylemeden kalmış tatlı dilleri / Gelin duadan unutman bunları / Ne söylerler ne bir haber verirler”. 2023’te bahar geldi mi, yaza erdik mi; geldiyse bile nasıl geçti fehmedemedik. Nitekim senenin sonunda yine bir kış günü takvimler 14 Aralık’ı gösterdiğinde, her telefon açtığımda Erzurum ağzıyla “caaann” diye açan can dostum, azizim, Yücel Hocam da can özünü alıp dâr-ı fenâdan dâr-ı bekâya irtihal eyledi. Depremle ıssızlaşan dünyada, yapayalnız kaldığımız hissiyle bizi bırakıp göçtü.

 

Bu dünyadaki dostluklar, ezel bezminde ruhların ünsiyetiyle başlar denilir. Şarkı “Bir göz âşinâlığı var aramızda / Sanki seninle kırk yıllık dost gibiyiz ikimiz” der ya, işte öyle başlar dostluklar. Akif’in Cenab-ı Hakk’a yakarışında söylediğini, dost için söylesek yeridir. “Ezelden âşinânım ben, ezelden hem-zebânımsın”. Ben senin ezelden dostunum, aynı dili konuştuğun kimseyim. Biz Yücel hocayla aynı dili konuşurduk. Dil gönül demekti ve bizim gönüllerimiz birdi. Biz dildaş ve gönüldaştık. Cemil Meriç bir tespit yapar. “Bizler ki başları aynı kitaplara eğilmiş kimseleriz. Bizden yakın akraba mı olur”. Bizim, yıllar var ki, Yücel hocamla sohbetimiz kitaplar oldu. Bir gün pek çok tefsir kitapları açık, Kur’an ayetlerini idrak etme gayretindeyken latife kâbilinden sormuştum. “Yücel neden bu kadar okuyoruz, âlim mi olacağız?”. Çok gülmüştü hazret sualime. “Bizim sohbetimiz de bu işte” demişti. Kitap bizim için sohbet vesilesiydi. Sadece birbirimizle değildi sohbetimiz; okuduğumuz nice ehl-i irfanlaydı. Allah dostlarıylaydı. Uzun süre tefsir okumuştuk. İsmail Hakkı Bursevî hazretlerinin tefsiri birkaç ciltten sonra kalmıştı. O tefsiri bir grup arkadaşla birlikte haftanın muayyen günü toplanarak okuyorduk. O arkadaşlar ki, onlardan biri depremde göçen Halit Reis’ti. Yıllar yılı kitap okurduk haftanın bir günü. Erken buluşur, akşam yemeğini beraber yerdik. Zaman zaman piknik ortamında buluşur olduk. Halit Reis grubun adını o yüzden “lokmacılar” koymuştu. Nice kitaplar okuduk. Hocamın nezaretinde Risale-i Nur kitapları, siyer-i Nebî, sahabe hayatları, Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıratı gibi yeni çıkan kitaplar. Son zamanlarda Ruhu’l-Beyân okumaktaydık. Yanında İskender Pala’nın Bülbülün Kırk Şarkısı, Ali Hocamın yazıları, yazmışsak bizden yazılar. Ama Yücel hocamla sohbetimiz bununla sınırlı değildi. Haftanın ikimizin de müsait olduğu bir-iki akşamı mutlaka evde buluşurduk.

Onunla ayrı okumalarımız vardı. Zaman zaman Halit Reis katılırdı bu okumalara. Tasavvuf okumaları, hadis okumaları, siyer okumaları. Kur’an ayetlerini idrak etme gayreti. Bir gün tefsirler açık, genişletilmiş bir mealden ayetleri bugünün idrakiyle anlama gayretindeyiz. Bazen idrak etmek için farklı tefsirlere başvuruyoruz. Okuduğumuz bir ayette duraksıyoruz (Mücadile 12. Ayet). Buyuruluyor ki, “Ey iman edenler! Peygamberle özel görüşme yapmak istediğiniz zaman, bu görüşmenizden önce bir sadaka verin. Sizin için en iyi ve en nezih davranış budur”. Tefsirlere bakıyoruz. Efendimizin hususi meselelerle çok meşgul edildiğini, bunu önlemek için bu ayetin nazil olduğunu söylüyorlar. Ayrıca, münafıkların Efendimizin etrafını sarıp sürekli meşgul etmelerinin önünü kesmek maksadıyla indiğini yazıyorlar. Zira münafıkların sadaka vermesi zor iştir. Yücel hocaya, “hocam, bu ayet bugün bize ne söylüyor, ne emrediyor?” diye sordum. Elbette tefsirle o kadar haşir-neşir olmanın getirdiği aşinalık ve üslupla şöyle cevap verdi: “Bu ayet bize diyor ki, Efendimizle mülâkî olmak istiyorsanız, O’na sadâkat göstereceksiniz”. Kalemi alıp, ayete yaptığı tefsiri okuduğumuz kitabın kenarına yazdım: “Kâle Yücel radiyallahu anh: Bu ayet bize diyor ki…” Uzun süre gülmüş ve “âlem adamsın vesselam” demişti.

cc28d297-6b08-484a-9e2e-a2c722b1271d.jpg

Vefatından önce kitaplarını kolilere koyup fakire vermişti. Bir kitaplığı olan kültür evi gibi bir mekân açma düşüncem vardı. Vefatından sonra ailesinin “vasiyetidir” hatırlatması ile odasında bulunan meslekî kitapların dışındaki kitaplarını da aldım. Ama ben kitapları hep hocamla okurdum. Şimdi kitaplarla baş başa, bu hayatta yalnız kaldım.

Merhum Nevzat Kösoğlu  “birlikte ağlayıp, birlikte gülebildiklerimle; birlikte aynı türküyü dinleyebildiklerimle aynı millettenim” der. Yücel hocam talebesi olduğu Risale-i Nur’da Said Nursi Hazretlerinin “Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir” sözünü şahsında yaşayan bir insandı. Erzurumlu meşrebiyle din, devlet, millet değerlerine düşmanlık edenlere karşı tepkisi sert olurdu. Tavrı, duruşu açık ve netti. Milletiyle ağlar, milletiyle gülerdi. Himmeti milletiyleydi. Vefatına kadar, hastane odalarında çile çekerken bile millet meselelerinden hiç kopmamış, son anına kadar sosyal medya paylaşımlarıyla milletin, ümmetin meselelerine sahip çıkmaya devam etmişti.

Tasavvufa, dolayısıyla Allah dostlarına ülfeti ziyadeydi. Derviş meşrep bir insandı. Çöğender’de türbesini birlikte ziyaret ettiğimiz Hacı Salih Efem’in oğlu Hacı İsmail Fakirullah ile ünsiyeti vardı. 15 Temmuz gecesinde Erzurum Polisevinin balkonundan binlerce Erzurumluya dua ettiren Efendi hazretleri Yücel hocamın baba dostu idi. Maraş’ta Muşlu Ahmet Efendi’yi duymuş ve bana sormuştu. Ben de “ziyaretine gidelim hazretin” demiştim. Birlikte ziyaret etmiş huzurunda oturmuştuk. Hazret birkaç sual etmiş, dua buyurmuştu. Sonraları kendisi hazretin dergâhına gidip gelmeye başlamıştı. Muşlu Ahmed Efendi Yücel hocamın ismine bir isim eklemişti, “Ahmed”. Yücel hocaya “Ahmed Yücel Efendi” diye hitap ederdi. Yücel hocamın Allah dostlarıyla ünsiyeti manevi âlemde de sürekli idi. Sırdaşı olarak fakire bazen söylerdi. “Bu gece rüyamda İmam Rabbânî hazretlerini gördüm” derdi. Ben biraz üzerine gidince, benden kaynaklanmıyor derdi. “Biz de bir meczubuz, ondan bize teveccüh etmişlerdir” demeye getirmek için, bir defasında Erzurumlu bir meczubun hikâyesini anlatmıştı. Meczup tesbihini kaybetmiş. Tesbihinin bulunması için Said Nursi hazretlerine niyaz etmekteymiş. Bir gün rüyasında Said Nursi hazretlerini görmüş. Hazret, neden bir tesbih için bizi meşgul ediyorsun deyip azarlamış meczubu. Sonra ne oldu diye sormuşlar meczuba. Demiş ki, “bulmazsan bulma dedim. İmam Rabbânî hazretlerine niyaz ettim o buldu tesbihimi”.

Alvarlı Efe Hazretleri, dilinden düşürmediği Allah dostu idi. Onun nutk-u şeriflerini okur, zaman zaman kendi kendine ilahi tarzında, kendi terennümüyle mırıldanırdı. Bir gün Alvarlı Efe Hazretleriyle ilgili bir sempozyum ilanı görmüş bana demişti. Bizim de ismimiz defter-i uşşâkta yer alsın kâbilinden bir tebliğ yollayabilir miyiz demişti. “Elbette hocam” diyerek, hazretin özellikle “Hazer kıl kırma kalbin kimsenin canını incitme” diye başlayan, “Felekde hâsılı insan isen bir cânı incitme / Günahkâr olma fahr-i âlem-i zî-şânı incitme” nakaratlı nutk-u şeriflerinden hareketle “Seküler kuşatmadan çıkış yahut Efe Hazretlerinin dilinden tasavvufta insan” başlıklı bir tebliğ hazırlamıştık. Tebliğ kitabında hocamla isimlerimiz beraber yer almış oldu.

(chrome-extension://efaidnbmnnnibpcajpcglclefindmkaj/https://isamveri.org/pdfdrg/D227293/2013/2013_AYRICAYY_GOKTURKI.pdf)

1f905155-209a-4650-92e4-a9d6bd56cb41-001.jpg

Erzurum’a birlikte gittiğimizde elbette Alvarlı Lutfi Efe Hazretlerini ziyaret etmiştik. Meşrebini aldığı Abdurrahman Gazi’yi ve diğer Allah dostlarını da. Hocamın babası Sadi Amca bizi misafir etmişti. Erzurum’un kültürüne, folkloruna ciddi hizmet etmiş kültür adamlığı yanında, Allah dostlarıyla hemhal olmuş bir büyük insan Sadi amca. Erzurum Taş mağazalar Çarşısı’nın kadim esnafı. Sadi amcanın diğer evladı Abdullah’la beraber hala taş mağazadalar. Yücel hocamla dostluğumuz gibi, Sadi amcayla tanış olup muhabbet etmek, fakirin hanesine yazılacak bir mefahirdir.

Hocamla, Maraş çevresinde bulunan Ukkaşe hazretlerini, Beyazid-i Bestami hazretlerini, Malik Ejder hazretlerini ziyaretlere giderdik. Urfa’yı, Hayatî Harranî hazretlerini, Eyub Nebi köyünü, Şuayb Şehri’ni, yine “lokmacı” dostlarla ziyaretlere gitmiştik. Allah dostlarına muhabbetidir ki Yücel hocamı nasipli yapıyordu. Bir gün yolları Menzil’e düşmüştü. Bilenler bilir, orası her zaman çok kalabalıktır. Şeyh efendiyi uzaktan görebilmek bile bir lütuf sayılır. Yücel hocam ve birkaç arkadaşı yolun yakın geçtiği bir yerden dönerken ziyaret etmek istemişler. Kendi anlatımıyla orada karşılaştıkları biri nerden geldiklerini falan sormuş. Kendilerini tanıtıp, ziyarete geldik demişler. O kişi “gelin o halde sizi şeyh efendiyle görüştüreyim” demiş. Özel odada Seyyid Abdulbâki El-Hüseynî hazretleriyle sohbet etmişler.

Cenâb-ı Hak “hayır bildiğinizde şer; şer bildiğinizde hayır vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz” buyurur. Yücel hocamla ünsiyetimiz bu anlama uygun bir tevafukla başladı. Hikâyesi uzun. 28 Şubat sürecinin başlarında, 1996 Kasımında Fakültede göreve başlamıştım. Bir süre sonra çeşitli problemler yaşamaya başladık. Fakiri fakülteden meslek yüksekokuluna yollamak için senato kararı alınmış ama ben tebellüğ etmeyerek gitmemiştim. Yaz dönemiydi. Fakülte eski okulda tek koridora sığmakta, küçüklü büyüklü odalardan oluşuyordu. Başlangıçta koridorun hemen girişinde küçük bir oda verilmişti. Yaz dönemi, dekanlık beni alınan senato kararından hareketle okulda yok saydığı için odamı başka birine tahsis etmiş; okula gittiğimde odasız kaldığımı görmüştüm. Kendime oturacak bir masa aradım. Genişçe olan ve birkaç arkadaşın kaldığı bir odada boş bir masa gördüm. Hemen girişte solda olan masanın yanındaydı. Girişte soldaki ilk masa ise, masanın ön kısmında bir bilgisayar, bilgisayarın iki yanı ve masanın diğer kenarlarının duvar gibi kitaplarla çevrili olduğu, orda oturan kişinin adeta görünmediği bir masaydı. İşte orada oturan kişi Yücel hocaydı ve doktora çalışmalarına kapanmış vaziyetteydi. “Bu masa boş mu?” diye sordum, “boşsa ben oturacağım”. “Kardeş masa okulun, sen de okulun hocasısın, istediğin gibi davranabilirsin” cevabını aldım. Baktım aynı zamanda tiryaki, cigara içiyor. Tabi sık gelen misafirlerim, sohbetler onun ilgisini çekti bir süre sonra. Meşreplerimizin uyuştuğunu fark ettik. Ayrılmaz iki dost olduk. Gelen misafirlerimden hareketle Ahmet Doğan İlbey Ağabeyi, yakınlığımızdan dolayı Dündar’ı, Mehmet’i tanıyıp yakın dostlar oldular. Sonra Yazarlar Birliği Maraş Şubesini, Ali Hocamı, Muzaffer hocamı, oradaki diğer dostları; Halit ve lokmacılar ekibini tanıyıp çok sevdi. İlk defa Yazarlar Birliği Şubesi’ne bir hafta sonu gitmiştik. O zaman şimdiki Muhsin Yazıcıoğlu parkı olan Pınarbaşı’nda kenarda, Ahmet Doğan İlbey ağabeyin “Yemen Mağarası” dediği bağ evi gibi bir mekândı. Bir bahar günüydü. O gün hocalarım temizlik yapalım diye düşünmüşlerdi ve biz gittiğimizde başlamışlardı. Sen dur, misafirsin dememe rağmen o gün akşama kadar kilim yıkamak, soba söküp temizlemek dâhil her işi yapmıştık. “Ben çok severim hizmeti” demişti. “Gittiğim dershanelerde, dergâhlarda hizmet işine ilk ben koşarım”. Dostluğu bilen, dostlarına değer veren yüce gönüllü bir insandı. Depremde Erzurum’da hastanedeydi. Sürekli Maraş’la hemhâldı. Giden dostlara yüreği yanmıştı.  Görüştüğümüzde “keşke dostlarla daha çok vakit geçirseydim. Ahmet abiyle, Halit’le... Bundan sonra ömrüm olursa dostlarla daha çok vakit geçireceğim” demişti.

“Bana Maraş’ı sen sevdirdin” derdi. Maraş’ı çok severdi. Eve kışlık tarhana yaptıracak kadar Maraşlıydı. Elbette memleketini, Erzurum’u da soğuğundan şikâyet etse de çok severdi. Bir kış tatilinde Erzurum’a gitmiş, tatilde orda kalacağını söylemişti. Birkaç gün sonra beni terminalden almam için aradı. “Hayırdır erken geldin” dediğimde, “Erzurum öyle soğuk ki, evden dışarı çıkamadım. Eve hapsoldum. Devletin orada yaşayan herkese, orayı yurt tutup vatan toprağı olarak bekledikleri için maaş bağlaması lazım” demişti. Bir gün Prof. Dr. Ahmet Bedir tarafından hazırlanmış “Tevhidin Yurdu / Kur'an'ı Kerim Atlası” isimli, hacimli bir kitabı inceliyorduk. Kitabın sonuna katlanarak açılan, İslam şehirlerinden panoramik resimler konmuştu. Mekke, Medine, Kudüs, bir de Erzurum. Dedim ki, “kitabı hazırlayan hoca kesin Erzurumludur”. Baktı araştırdı, gerçekten de hoca Erzurumluymuş. Dedi ki, “Erzurum kilidi mülk-i İslam’ın. Zaten İslam şehri denince Mekke, Medine Kudüs, bir de Erzurum akla gelir. Hoca Erzurumlu diye koymuş diyorsun”.

Tiryakiydi, bırakmaya çalıştığı olur, bir süre içmez, sonra yeniden başlardı. Vefatından kısa bir süre önce birlikte hastaneye gitmiştik. Dönüşte bahçede kahvaltı yapalım, sohbet edelim dedi. Elbette ağır tedaviler içinde sigara içmesi mümkün değildi. Ben bu sürede sigara içmemiş olmam hasebiyle, bahçede biraz uzakça oturup bir sigara içsem olur mu dedim. Dedi ki, “ben yanlış sözler ettiğimi fark ettim. Demiştim ki, benim bu sigarayı bırakmam için en az bir yıl okula gitmemem, bir yıl kimseyle görüşmemem, bir yıl kitap okumamam lazım, dua yerine geçmiş olmalı ki böyle tezahür etti”.

Hocamın imtihanı hastalıklarla oldu. Önce mahdumu Ziya Aslan hastalandı. Ziya küçük bir çocuktu ve en ağır tedavileri görüyordu. Bir baba için dayanılmaz ıstıraptı onun tedavileri. Gözleri yaşararak, anestezi bile yapılmaksızın bel kemiğinden iğne ile su aldıklarını anlattığını hatırlıyorum. Elbette kendisiyle beraber yenge hanım ve çocuklar bu çileyi beraber yaşamaktaydılar. Yenge hanıma sürekli dua eder, onun yaptığını hiçbir kadının başaramayacağını söylerdi. Ankara’da tedavisi devam ederken orada ev kiralamıştı. Yenge orda kalmaktaydı. Büyük oğlu Fatih de bu çileye ortaktı elbette. Kendisi sık sık Ankara’ya gidip gelmekteydi. Okuldaki derslerini aksatmamak için gayret göstermekteydi. Bir gün, bir hafta gidip bir hafta gitmeme kararı aldığını söylemişti. O dönemde genelde okulda kalıyordu. Ziya ile telefonla görüşüyordu. Gitmeyeceği hafta sonuna denk gelen bir zamanda Ziya telefonda Yücel hocama, “baba, rüyamda Allah’ı gördüm. Beni çağırdı” diye rüyasını anlatmış. “Ben araştırdım, rüyada Allah’ı görmek caizmiş” dedi. Bizimle istişare etmek kastıyla, “bu hafta gitmeme kararım olan hafta” dedi. Biz de Allah var, tedirgin olduk. “İnşallah hayırdır, elbette rüyaların anlamını Allah bilir, ama sen yine de git istersen” dedik. O biraz düşündü ve “Allah’ın takdiri ne ise o olur, ben kararımda sebat edeceğim” dedi ve gitmedi. O hadiseden mülhem Ziya Aslan için “Kemâlât Yolcusuna” başlıklı bir şiir yazmıştım. O şiir şöyle başlıyordu: “Ey rabıtası Allah ile olan çocuk / Ey şehirlerin Kerbela'sında açan tomurcuk”. Ziya iyileştikten sonra nüksettiği için iki defa tedavi gördü hastalıktan. İlik nakli oldu. Şükürler olsun ki sıhhatine kavuştu. Şiiri eş-dostla paylaşmış ve çok beğendiler, hayret ettiler demişti. Kendisi de mutlu olmuştu. Arada Üveys Vefa da doğmuştu.

f377830a-99de-4729-a305-8a4e4a74ac65-001.jpg

Ziya’nın ikinci tedavi sürecindeydi sanırım. Aile olarak çok sıkıntılı geçen bir imtihan dönemiydi. “Gece namaz kıldıktan sonra Kur’an’dan tefe’ül için bir sahife açtım ve ilk ayeti okudum. Okuduğum ayette şu yazıyordu” dedi. “Ulü'l-azm peygamberlerin sabrettiği gibi sabret!” (Ahkâf, 35). Ne evladının zorlu tedavi sürecinde, ne de kendisinin hastalığı döneminde bir defa olsun şikayetvârî tek kelimesine kimse şahit olmamıştır. Bir derviş tavrıyla bazen terennüm ettiği, “kahrın da hoş, lütfun da hoş” teslimiyeti içindeydi. Bir paylaşımındaki yazı şöyle başlıyordu: “Ey külümü yere vuran! Ardından alıp göklere savuran! Hâlden hâle sokan! Ellerinin yakınlığını hissediyorum. Takdirinin, kudretinin esiriyim…”. Halini, durumunu bizimle paylaşırdı. Ama bundan bile bîzardı. Yazmıştı ki, “Ey azizan! Kusura bakmayınız. Fark ediyorum ki kendimi sizinle çok paylaşıyorum. Yine şunu fark ettim ki çok yakın ailem hariç kendimi bir tek sizinle paylaşıyorum”. Oysa biz, o bir şeyler yazdığında, ses, resim yollayınca, “hocam iyi şükür” diyerek dünya bizim olmuş gibi seviniyorduk. Ökkeş dostumuzun ifadesiyle, o bir şeyler paylaşınca biz keyf oluyorduk. Ama o, dostlarına hâlini bildirmiş olmaktan bile hicap duyuyordu. Akabinde şöyle yazmıştı: “Şimdi iç sesim dedi ki, eğer adam olsaydın ne yakın aile ile ne Allah'ın kullarından biriyle paylaşmaz, sadece Rabbinle paylaşırdın”. Sonra da şunu eklemişti: “Gevşek adamım vesselam. İç sesimi bile paylaşıyorum”. Yine içindeki sesleri yansıtan bir kıssayı, “hâdiselerin perde arkasına, ne derin bir bakış!” yorumuyla paylaşmıştı. “Rivayete göre Eyyûb (a.s.) hastalıktan âfiyete kavuşmuş olarak geçirdiği ilk gecenin sabahında derinden bir ‘ââh!’ çekti. Sebebini sordular. Dedi ki: ‘Her gece seher vaktinde: ‘Ey bizim hasta kulumuz Eyyûb, nasılsın?’ diye bir ses duyardım. Şimdi yine o vakit geldi, fakat: ‘Ey bizim sıhhatli kulumuz, nasılsın?’ sesini duymadım. Bunun için ağlıyorum”.

Istıraplarını dillendirmezdi lakin Allah dostlarından bir şiirle hissettirirdi. Vefatından bir hafta önce Alvarlı Efe hazretlerinin bir nutk-u şerifini yollamıştı. “Sefînem gark oldu dert deryâsına / Sahrâ-yı sînemi sel aldı gitti” diye başlıyordu. Son dörtlüğünde “Lütfi'yâ ağlama Hüdâ Kerim'dir / Dertlinin derdine Allâh Âlîm'dir / Sende dert var ise Mevlâ Hâkîm'dir / Sabr-ı bî-pâyânım yel aldı gitti” demekteydi.

Vefatından bir gün önce okumakta olduğu kitabın iki sayfasının resmini yollamıştı. Okuduğu bölümün başlığı “Tevekkül Sabır ve Rıza” idi. İşte o sayfalardan bir kısım cümleler: Ayetlerde buyrulmuştur, “Eğer mümin iseniz Allah’a tevekkül ediniz”. “De ki: Ancak Allah’ın alnımıza yazdıkları olacaktır. O bizim mevlâmızdır. Müminler Allah’a tevekkül eder ve ona sığınırlar”. “Muhakkak ki hüküm, yalnız Allah’a mahsustur. Ona tevekkül ettim”. “Onlar ki sabreder ve Rablarına güvenirler. İşte gerçek müminler onlardır”. Kudsî hadiste buyrulmuştur ki, “Ey âdemoğlu, bana tutun ki, hidayete eresin. Bana tevekkül et, ben sana yeterim. Eğer başkasına güvenirsen, yer ve göklerle ilişkin kesilir”. Allah Resulü buyurmuşlardır ki, “Kim ki, kuvvetli ve metin olmak dilerse, Allah’a tevekkül etsin. Allah’a tevekkül edenlerin kalbi, isteklerden ve kederlerden rahattır”. İkinci sayfanın son cümlesi şöyleydi: “İşte rızıkta mütevekkil, çekinme ve korkuda güvenli, belalarda sabırlı, kaza ve kadere razı olan kulun kalbi tertemiz olur. Mevla’nın huzurunu bulur”.

Bu fâni âlemden göçerken son ânında kolunu yukarı kaldırıp şehâdet parmağını açmış, şehâdet kelimesi getirmiş ve “imanıma şahit olun” diyerek Hak katına vâsıl olmuş. Benim imanı kavî dostum. Bu dünyada birlikte yürüdük. İnşallah bekâ yurdunda da birlikte yürümek nasip olur. Halit Reis, Yücel Hocam ve bendeniz kol kola gideriz huzur-u ilahîye. Makâmın âlî olsun aziz dost.

Yorumlar (0)
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.