TANRI DAĞLARININ RÜZGÂRIYLA
Şehrin Cumhuriyet Meydanı’nda bayrağı selamladık, üniversitenin Türkçe hazırlık sınıfı öğrencileriyle tanışıp memnun kaldık.

Hatice Başkapan
haticebaskapan@hotmail.com -Selam getirdim size ata topraklarından, Türkistan diyarından; selam getirdim size Tanrı dağlarından, Aytmatov Ata’dan; selam getirdim ruhları uçmağda olan ecdadın kurganlarından, selam getirdim Kırgızistan’ımızın başkenti Bişkek’in havasından, suyundan, Manas’ından, toyundan… Selam, selam, selam…
Bildiğiniz üzere Kırgızistan, resmî adıyla Kırgız Cumhuriyeti, Orta Asya'daki Türk cumhuriyetlerinden biri. Ülkenin komşuları kuzeyde Kazakistan, batıda Özbekistan, güneybatıda Tacikistan ve güneydoğuda Çin. 31 Aralık 1991’de Sovyet Rusya’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan eden Kırgızistan’da hâlâ Rus etkisi söz konusu.
28 Mart’ta Sabiha Gökçen’den kalkan uçağımız Manas Uluslararası Havalimanı’na indiğinde tarih 29 Mart, vakit sabah 7 sularıydı. Bizi karşılayan ağabeyim olmasa taksiciler yakamıza yapışmış olacaktı büyük ihtimalle çünkü havaalanının çıkışında karşılaştığımız ilk şey onların ısrarıydı.
Sıkıntılı, henüz tam oturmamış bir trafik seyri dikkat çekiyordu kentte. Yollar, başkent için bakımsız denebilecek hâldeydi. Ve insanlar, Anadolu’nun herhangi bir kasabasındakiler gibiydi; yanımızda yöremizde yürüyenler ablamız, ağabeyimiz, annemiz, babamız, ninemiz, emmimizdi sanki… Elmacık kemikleri belirginleşmiş, gözleri hayli çekikleşmiş olarak tabii.
Manas Üniversitesinin (Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi) yerleşkesinde dolaştık ilk gün. Bakımlı, güzel, Türk motifleriyle bezenmiş, Türk kültürüne beşik olmuş bir üniversite gördük. TSE belgeli ilk üniversitemiz olduğunu da ekleyelim hemen. Türkiye’den kilometrelerce uzaktaki vatanımızda böyle bir üniversitemizin olması onur verici gerçekten.
Ertesi gün bayramdı ve bayram namazı üniversitenin yerleşkesindeki Satuk Buğra Han Camiinde, camide yer kalmadığı için cami çevresini dolduran en az on beş bin kişilik cemaatle kılındı.
Ahıska köyünde tatlı tanışmalar, harika ikramlar, hoş karşılanmalar ve muhabbetli uğurlanmalarla dolu güzel bir bayram günü geçirdik. Soydaşlarımızın ikramları yürektendi, sevgileri samimi… İlk ağızdan duyduğumuz dertleri yüreğimizi bir kez daha parça parça etti.
“Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı Dağı’na” diyor ya Atsız, biz de bayramın ikinci günü kutlu yola çıktık ve Tanrı dağları arasındaki Ala Arça Vadisi’ne gittik. O ne muhteşem bir doğa, o ne muhteşem bir manzara, o ne muhteşem bir esrardı!.. Yüzümüze çarpan rüzgâr mıydı, Kürşad’ın soluğu mu ayırt edemedik. Kayalıklarda yankılanan bizim sesimiz miydi yoksa Bilge Kağan mı yüzyılların ötesinden sesleniyordu bilemedik. Öyle sermest, öyle hayran, öyle mahcup geri geldik.
Bayramın üçüncü günü Ata-Beyit Ulusal Tarih ve Anıt Kompleksi’ni ve Türk dünyasının büyük yazarı Cengiz Aytmatov’un orada bulunan kabrini ziyaret ettik. Âdeta acıya, zalimliğin hudutsuzluğunda yaşananlara anıtlar dikilmişti. Öğrendik ki insanımız orada da kendi toprağını bilmem kaçıncı kez vatan kılmak için, geleneklerini yaşatmak için, Türk olarak ölebilmek için korkunç bedeller ödemişti. Bu bedeli ödeyenlerden biri de Aytmatov’un babası Törökul Aytmatov’dur. Stalin döneminde evlerinden alınarak elleri arkadan bağlı hâlde öldürülen 138 aydının cesetlerine bile tahammül edilememiş ve naaşları fırında yakılarak ortadan kaldırılmak istenmiştir. İnsanın kanını donduran bu vahşet, onların şehadetlerinden tam 53 yıl sonra öğrenilebilmiş ve yapılan kazıda yanık cesetlerine ulaşılmıştır. Onların anısına ismini Cengiz Aytmatov’un verdiği Ata-Beyit, 2000 yılında açılmış ve komplekse soydaşlarımızın tarihi için önemli olan olaylarla ilgili başka anıtlar da eklenmiştir. (Her birinin ruhu şad olsun!)
Ata-Beyit’ten ayrılırken içimizde sönmeyecek bir fırının yanmaya başladığını, babasız bir çocuğun kendini Isık Göl’ün soğuk sularına bıraktığını, feryatların gecenin karanlığını yırttığını ama sesi kimsenin duymadığını, yüzlerini göremediğimiz atalarımızın cenazelerini sırtlandığımızı fark ettik. Çünkü biz, ata topraklarımızın uzaktaki evlatlarıydık; nerede olursak olalım yasımızı ortak tutacak, toyumuzda birlikte oynayacaktık.
Bişkek’in meşhur Oş Pazarı’nı görünce gönlümüzdeki hüzünler biraz olsun sustu. Her türlü ürünün, eşyanın, malın bulunduğu bu pazar Türklerin bozkır kültürünü gözler önüne seriyordu. Muhteşem deri işçilikleri, otağ görselleri, Türk’ün yüzyılları aşıp gelen motifleri ve daha neler neler… Ve ekmekler; çeşit çeşit, desen desen, çörek gibi, kete gibi ekmekler…Gözümüz de gönlümüz de güzelleşti.
Şehrin Cumhuriyet Meydanı’nda bayrağı selamladık, üniversitenin Türkçe hazırlık sınıfı öğrencileriyle tanışıp memnun kaldık.
Dönüş hazırlıkları yaparken “Şen olasın Kırgızistan, bağrında yatan atalarımıza iyi bakasın.” dedik. Tanrı dağlarına, Ötüken coğrafyasına bir kez daha selam verip yeniden görüşmeyi diledik.
Allah’a emanet ol Kırgızistan!.. Biz sende "çocuklar gibi şendik".